1989-1990 Batı Trakya Krizi Bütünleşik Tablo
TÜBİTAK /SOBAG 1001 Projesi / Proje No. 112K172
Türkiye'de Dış Politika Krizlerinde Karar Verme ve Kriz Yönetimi Süreç Analizi

logotdp

Üye Giriş

Sitemize Hoş Geldiniz

Yine Bekleriz, Dileriz Yararlı Olmuştur...

Cumartesi, 10 Ekim 2015 18:55

Ana Sayfa 1984-1990 Batı Trakya Krizi

Yazan
Ögeyi Oylayın
(0 oy)

Batı Trakya Krizi

Abstract

Turkish minority rights in Greece has been protected by agreements between Turkey and Greece. Greece was tended to behave illegal to these agreements and began to apply pressure on them especially by 80s. Anti-humanitarian behaviors of Greece was assesed as destructive for security environment by Turkey.

Trakya bölgesi günümüzde Doğu ve Batı olmak üzere iki parçaya ayrılmıştır.  Doğu Trakya Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içerisinde Batı Trakya ise Meriç (Evros) Nehrinin bitiminden Mesta-Karasu ( Nestos) nehrine kadar kadar olan Yunanistan toprakları içerisinde yer almaktadır. Krizin tetikleyicisi halihazırda uluslararası toplumun temel birimi olan Türk azınlığı bünyesinde barındıran Yunanistan’dır.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki söz konusu kriz etnik bir bütünlüğün olmadığı tam tersine etnik çatışmalara meyilli bölge olan Balkan coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Dönemsel olarak ise Soğuk Savaş döneminin sona ermeye başladığı iki süper gücün ‘müşterileri (clients)’ olarak nitelendirilen ‘uydu’, ‘küçük’ devletlerin sorunlarının ön plana çıktığı zamanı kapsamaktadır. Etnik-dinsel çatışmalar, kitlesel göç, mülteci hareketleri, kriz sürecindeki uluslararası ve bölgesel ajandanın konuları arasındadır. Ayrıca sistemdeki değişim Yunanistan’ın kriz dönemindeki azınlık politikasında oldukça belirleyici olmuştur. Sovyetlerin dağılmasıyla 1989’un sonlarında yaşanan göçler sonucu Yunanistan’a gelen Pontuslu Rumlar, Batı Trakya’ya yerleştirilmiştir.

Diğer yandan taraflar arasında süre gelen azınlıklar sorununun devamlılığında ve krizin ortaya çıkışında 1987 Ege Denizi Kıta Sahanlığı Krizi’nde Yunanistan’ın tek taraflı egemenlik ve hak paylaşımını sağlamak isteği düşmanca duyguların pekiştirici bir role sahip olmuştur.

Kriz; tarihsel uyuşmazlığın bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim: “Türkiye ve Yunanistan ulusal bağımsızlıklarını, bunun sonucunda da “ulus devlet”lerini birbirlerine karşı yürüttükleri savaşlar sonunda elde etmişlerdir.”[1] Batı Trakya’da oluşturulan statü 30 Ocak 1923 tarihli Türk ve Rum Nüfus Değişimine İlişkin Sözleşme ve Protokol’e dayanmaktadır. Buradaki hükümlere göre İstanbul Rumları ile Batı Trakya Müslümanları mübadele dışında bırakılmış olup 1913 Bükreş Antlaşması ile saptanan sınırın doğusunda kalan Müslümanlar, Batı Trakya Müslümanları olarak sayılmıştır.[2] Anlaşmanın taraflarca yorumu sorun çıkarmış mübadeleye kimlerin dahil olacağı konusu ikili ilişkileri gerginleştirmiştir. 10 Haziran 1930’da imzalanan Dostluk Antlaşması ile yerleşim yerleri ve doğum tarihleri ne olursa olsun İstanbul Rumlarını ve Batı Trakya Türk/Müslümanları yerleşik olarak sayılmışlardır.

1923 Lozan Barış Antlaşması ile taraflar bünyelerindeki azınlıkların haklarının korunması, statülerini sağlamada hemfikir olsalar da uygulamada uyuşmazlık devam etmiştir. Yunanistan Azınlıkları koruma rejimi olan[3] Lozan Barış Antlaşmasına aykırı olan uygulamaları; sonucu Antlaşmanın ihlali taraflar arasındaki uyuşmazlığın kaynağını oluşturmaktadır. Yunanistan’ın statü kuran anlaşmaların ihlali Türkiye tarafından fiili durum yaratma girişimleri olarak değerlendirilmiş en nihayetinde ilişkiler gerginleşerek tarafların ısrarcı tutumları çatışmacı bir siyasayı doğurmuş ve söz konusu kriz yaşanmıştır.

 Krizin tetikleyicisi gelişen zaman içerisinde Yunanistan’ın azınlığa yönelik davranışları  sonucu ortaya çıkmıştır;

·         Yunanistan’ın azınlığın hak ve statüsünün bozulmasına yönelik girişimleri;  Türkçe yayınların ve Türkçe konuşulmasının yasaklanması,  Türk vakıfların  mallarına el konulması, traktör ehliyeti verilmemesi ya da bu ehliyeti olanlara yüksek oranda cezaların kesilmesi[4] Türklere ait arazilerin kamulaştırılması ve birleştirilmesi, inşaat ve onarım ruhsatlarının verilmemesi, 19. maddeye (Yunan asıllı olmayan birinin Yunanistan’dan geri dönmeksizin ayrılması durumunda Yunanistan vatandaşlığından çıkartılabilir) istinaden vatandaşlıktan çıkarma[5], Türk azınlığın seçtiği müftünün kabul edilmemesi.

·         Özellikle Türk derneklerin kapatılması azınlıkların örgütlenerek hareket etmelerini tetikleyici bir faktör olmuş ve oluşturulan kamuoyu iki ülke arasındaki azınlıklar konusundaki çatışmanın krize evrilmesinde belirleyici bir rol oynamıştır.

Yunanistan’da Türk azınlık her zaman için bir baskı, ezilme, ayrımcılık söz konusu olmuş ancak Yunan ve Türk toplumunun ilk kez karşı karşıya gelerek Türk azınlığın fiilen saldırıya uğraması söz konusu kriz sırasında yaşanmıştır. Bu anlamda azınlığın artık Yunanistan’ın ihlallerine karşı;

·         Protestolarda, gösterilerde bulunması,

·         Haklarının sağlanmadığı konusunda meşruluk sorgulaması,

·         Yunanistan’ın fiili durum yaratma çabaları

·         Azınlık haklarını temsil eden kişilerin tutuklanmaları

·         Sistemdeki çözülmeyle baskı gören grupların örgütlü mücadelelerin önemini gösteren eylemleri sonucu azınlığın da harekete geçmesi krizin tetikleyici şekillerini oluşturmaktadır.

Bu suretle derneklerin kapatılmasının altında Türk kimliğinin Müslüman olarak gösterilmesi ve Türkiye’nin azınlığa desteğini engellenmeye çalışılmakla birlikte ister istemez Yunanistan’ın kendi içerisinde azınlığa yönelik politikaları Türkiyeye’ye yansıyarak uyuşmazlık çatışmaya evrilmektedir.

Batı Trakya Krizinde; uyuşmazlıktan çatışma evresine geçiş yani Yunanistan’ın kendi çıkar ve beklentilerini gerçekleştirme güdüsüyle görüş ayrılıklarının giderilemeyerek eylemsel davranışlarda bulunulması; 1980’lere rastlamaktadır. 1982 yılının başlarında İskeçe’de İnhanlı köyünde Yunanistan’ın Türk azınlığın arazilerine el koyması bu arazileri kamulaştırdığı iddiasıyla Yunanistan’ın  kendisini haklı gösterecek, gizli belgeler olduğu savı altında, bir hukuksal siyasal meşruiyet zeminine oturtmaya çalışmıştır. Her ne kadar daha önce de baskılar, kamulaştırmalar mevcut olduysa da azınlık geçimlerini sürdürdükleri tarımsal arazilerin kaybedilmesinin yaşamlarının sonlanmasına eşdeğer olup kaybedecekleri başka bir şey kalmaması sonucunda tarihe ‘İnhanlı direnişi’ olarak geçen toplumsal mücadele ile Yunanistan Hükümetine karşılık vermiştir.

Bu durum dönemin Türk karar alıcıları için Yunanistan’ın azınlıkların haklarının korunmadığının aksine saldırgan tutum geliştirdiğinin bir göstergesi olmuştur. Bu bağlamda oluşturulan gerçekliğin değiştirilerek, karar alıcılar ‘soydaş’ larının haklarının korunamaması neticesinde temel değerlerine ve önceliklerine tehdit algılamışlardır. Yunanistan’ın azınlığa yönelik baskılarına karşı Türkiye’deki mevcut yönetimin 12 Eylül askeri ihtilalin ardından kurulan Bülend Ulusu liderliğindeki hükümet Yunanistan’ın Türk azınlığın topraklarını kamulaştırmasına son derece tepki göstermiştir.

27 Mart 1982’de; Yunan hükümetinin, Türk azınlığa ait vakıflara ve mal varlıklarına el koyması durumunda bu tavıra karşılık olmak üzere Türk hükümetinin de Rum azınlığa ait vakıf ve mallara el konulabilmesi için Bakanlar Kurulu’ndaki toplantıda hükümete yetki veren yasa tasarısı kabul edilmiştir.[6]31 Mart 1982’de Yunanistan uyarılırken Yunanistan başlangıçta söz konusu olayların yaşanmadığını iddia ederken Türk azınlık direnişe geçmiş oturma eylemlerinde ve açlık grevlerinde bulunmuştur. Bu arada 8 Nisan 1982’de Türkiye Yunanistan’a verdiği yazılı notada Yunanistan’ı hukuka ve adalate uygun davranmaya çağırmıştır. Yunanistan ise 15 Nisan 1982 tarihinde konunun mahkeme tarafından değerlendirildiğini Türkiye’nin notasının kabul edilemez olduğunu bildirmiştir. Bu arada Türkiye ise Tapu Kadastro Genel Müdürlüğüne Rum vakıfların mallarının envanterini çıkartarak eylemlerine geçmiştir. Gelişen olaylar çerçevesinde mahkeme kamulaştırma kararını ertelemiş ve 17 Nisan 1982 tarihinde köylüler tekrar arazilerini işlemeye başlamışlardır. Böylece konunun gündemden çıkması gelişen olayların ertelenmesi ile mümkün olmuş ilişkiler tırmanan bir zemine kaymamıştır. Ancak, 1984’te çıkarılan Cumurbaşkanlığı Karanamesiyle kamulaştırmalar yeniden baş göstemiş yaklaşık 6 bin dönümlük arazinin kamulaştırmasına karşılık Nisan 1989’da azınlık tarafından Danıştaya dava açılmıştır.[7]

4 Ocak 1987 ‘de Yunanistan Türk ismi taşıyan derneklerin kapatılması kararını almış bu karar 5 Ocak 1988 tarihinde azınlık tarafından öğrenilmiştir. Batı Trakya’daki Türkler tarafından kurulan derneklerin kapatılması kararına yapılan itirazın Yunan yargıtayı tarafından reddedilmesini Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İnal Batu kınamıştır.

Yunanistan’ın davranışları karşısında örgütlü olarak hareket eden Türk azınlığı özellikle derneklerin kapatlması kararının ardından Türk kimliğinin yok edilmesi tehlikesi karşısında 29 Ocak 1988 günü Gümücine’de büyük bir miting düzenlemiştir. 30 Ocak 1988’de Başbakan Turgut Özal, Andreas Papandreu diyalog süreci aksamasın diye derneklerin kapatılması kararına karşı bir tepkide bulunmamıştır. Nitekim 24 Ocak 1988’de Taksim’de Batı Trakya Türklerinin düzenlemek istediği yürüyüşe de izin verilmemiştir. Özal ve Papandreu bu dönemde hemfikir olarak olayları provakasyon olarak nitelendirmişlerdir.Bu anlamda azınlık kendi varlıklarını gösterme çabası içerisinde olurken Türkiye’nin azınlık sorununun varlığını yok sayması söz konusu krizin uyutulduğunu göstermektedir.

Krizi ortaya çıkaran olaylar ise bu olaylardan 2 yıl sonraya tekabül etmektedir. Eski bağımsız milletvekili Sadık Ahmet ve milletvekili adayı İbrahim Şerif’in yapılacak seçimler öncesinde yayımladıkları bildirilerde “Batı Trakya’da Türk vardır”, “Türklere baskı yapılmaktadır” yazmaları üzerine “toplumsal barışı bozmaları, toplum içinde şiddeti kışkırtması’ nedeniyle tutuklanmışlardır.[8]

Bu tutuklamalar üzerine 5 binden fazla Türk mahkeme alanına gelmiş ve Türkler salona alınmazken Rumlar alınmıştır. 26 Ocak 1990’da Dr. Sadık Ahmet ve İbrahim Şerif’e 18 ay hapis cezası verilirken 3 yıl siyasi haklardan mahrum edilmeleri kararlaştırılmıştır. Bu kriz tetikleyicisinin şeklinden olan söz konusu tutuklamalar üzerine; Türk Dışişleri Bakanlığı yaptığı açıklamada insan haklarına ilişkin konuların içişlerinden sayılamayacağını belirterek Batının olaylara kayıtsız kalmaması gerektiğini ifade etmiştir. Aynı zamanda Yunanistan’ın yasadışı uygulamalarına son verilmesi istemi dile getirilerek Yunanistan’ın söz konusu statü ihlaline yönelik tutumu kınanmıştır. 28 Ocak 1990’da Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Büyükelçi Turgay Özçeri tarafından Bakanlığa çağrılan Yunanistan’ın Ankara Büyükelçisi Dimitris Markis’e: ‘insan haklarıyla bağdaşmayan tutuklamalarının iki ülke arasında oluşturmaya çalışılan güven ortamını zedeleyebileceği’ bildirilmiştir. Yunanistan’ın söz konusu eylemleri artık Türk karar alıcıları için tehdit olarak algılanmaktadır. Bu tarihe yüklenen anlam itibari ile krizin başlangıcını oluşturmaktadır. Daha önce de Yunanistan azınlıklar konusunda Lozan’da oluşturulan statüyü bozan girişimlerde bulunmuştur ancak bu tarihin kriz olarak başlangıç alınmasının nedenini sistemsel değişim sonucu oluşan azınlığın geliştirdiği tepkinin, Türkiye’nin de bu tepkiye müdahil olması gerekliliği sonucudur. Yunanistan’ın çatışma evresinde izlediği tutumu devam ettirmesi Türkiye’nin de tırmandırmayı tercih etmesi taraflar arasında krize yol açmıştır.

29 Ocak 1990’da Türk azınlık 29 Ocak  1988’de yaşanan olayları anmak amacıyla mevlüt okunacağı için Gümülcine’de Eski Cami önünde bir araya gelmişlerdir. Bu arada Türkler aleyhine tezahüratlarda bulunan Yunanlılar Türklere karşı saldırılarda bulunarak, şehir merkezinde türklere ait dükkanların malları yağmalanmış, insanlar dövülmüştür. Bu arada Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz Gümülcine Bağımsız milletvekili adayı İsmail Rodoplu’yu telefonla arayarak bilgi almıştır. Bu anlamda krizin başlangıcında bilgi edinme yoluyla Türkiye eylemsiz kalmış alınan endişe verici bilgiler üzerine: ”İki ülke arasındaki dostluğu zedeleyecek davranışlardan kaçınmak lazım, olaylar can ve mal kaybına neden olmadan durdurulmalıdır. Hükümetimiz bu konularda görüşmelerde bulunuyor, bulunmaya devam edecektir” diyerek Yunanistan’a yönelik tepkisini sözlü bir şekilde ifade etmiştir.

30 Ocak 1990’da siyasi olarak sorunu gündeme getiren Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz Batılı örgüt ve kuruluşlara gönderdiği mektupta Yunan makamlarının Gümülcine’deki olaylarla ilgili tutumunu şiddetle kınamıştır. 1 Şubat 1990’da Gümülcine Başkonsolosu Kemal Gür, Rodop Valisi’ne yazdığı bir mektupta Batı Trakya Türkleri için “soydaş” kelimesini kullanması nedeniyle,  Yunanistan tarafından istenmeyen kişi  ilan edilmiştir. Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz ise Yunanistan’ın söz konusu davranışını doğrularken; “Gümülcine’nin karşılığı İstanbul’dur” şeklinde karşı davranış gösterebileceğinin işaretini vermiştir. Nitekim 3 Şubat 1990’da, Yunanistan Dışişlerine çağrılan Türkiye’nin Atina maslahatgüzarı Deniz Bölükbaşı’ya Yunanistan hükümetinin kararıyla Gümülcine Başkonsolosu Kemal Gür’ ün istenmeyen kişi ilan edildiğini ve yedi gün içinde Yunanistan’ı terk edilmesi istendiğini bildirmiştir. Yunanistan Türkiye’nin kendi içişlerine müdahalesi olduğunu ve sınırdışı kararının bir zorunluluk olduğunu iddia etmiştir. Bunun üzerine ise Ankara’daki Yunan Büyükelçisi Dimitri Makris’e Yunanistan’ın İstanbul Başkonsolosu Elias Klis’ in istenmeyen kişi ilan edildiği ve yedi gün içinde Türkiye’yi terk etmesi iletilmiştir.

Yunanistan ise: “Türkiye’nin geçmişte ve bugün işlediği suçlarla ilgili sorumluluklarını örtbas edebilmek için başarısız bir şekilde kelime oyunlarına başvurduğu” iddia etmiştir.

Genel olarak kriz sürecinde; iki ülke arasında bir diplomatik ve siyasi çözümsüzlük  yaşanmış ve taraflar birbirlerine karşı suçlamalarda bulunmuşlardır. Batı Trakya Türk azınlığının Lozan Antlaşması’ndan, diğer uluslararası antlaşmalardan kaynaklanan haklarının ihlal edilmesi ve olaylar sırasında Yunanistan resmi makamlarının  saldırılar karşısında ilgisiz kalmaları Türkiye’nin Yunanistan’a karşı suçlamalarda bulunmasına yol açmıştır. Yunanistan ise Türkiye’yi azınlıkları desteklediği, kışkırtıcı bir turum izlediği sorunun kendi iç meselesi olduğu yönünde Türkiye’yi iç işlerine karışmakla suçlamıştır. Ayrıca Türkiye, yargılama olayının haksız olup mahkemenin siyasi bir amaç doğrultusunda davrandığını; yargılamaların haksız olduğunu ve söz konusu yargılamaların Yunanistan’ın kendi iç meselesi olarak gösterilemeyip ülke içindeki yasalar yolu ile sorunun çözümlenemeyeceğini savunmuştur. Türkiye için sorun uluslararası endişe duyulmasına neden olan bir insan hakları sorunu olarak değerlendirilmektedir. Yunanistan ise Türkiye’nin bu suçlamalarını reddetmektedir. Görüleceği üzere Yunanistan Türkiye’nin söylemleri, Yunanistan’ı kınayan azınlığın haklarını arayan kişilere karşı dışlayıcı, yok edici davranışları karşısında Türkiye’ye karşı şiddeti seçenek olarak görmemektedir. Böylece Türkiye’de Yunanistan’a istenmeyen kişi olayında olduğu üzere misillemede bulunurken aynı ölçüde daha fazla tırmandırmaya yol açmayacak şekilde dişe diş stratejisine başvurmaktadır.

Azınlıkların uluslararası ve taraflar arasındaki anlaşmalardan doğan haklarının ihlali Türkiye için risk ve tehlike içermektedir. Nasıl bir tehdit içermektedir diye düşündüğümüzde; azınlığın haklarını sağlaması yönünde siyasi ve toplumsal bir baskı gündeme gelebileceği gibi Türkiye’nin saygınlık ve hak kaybına yol açabilecektir. Risk açısından ise krizin uygun bir şekilde yönetilememesi Türkiye’nin Bulgaristan örneğinde olduğu gibi yoğun bir göç akımı ile karşı karşıya kalmasına yol açabilecek Türkiye bu insanların muhafazasını sağlamakta güçlük çekebilecektir.

Türkiye kriz evresinde kontrollü baskı stratejisini izlemiştir.Türkiye saldırgan taraf karşı tarafın statükonun değişmesi durumunu savunacağı düşüncesi ile hareket edip savunması zor kontrollü eylemler ile baskı kurarak amaçlarını gerçekleştirmek düşüncesindedir. Bu stratejiye başvurulmasının nedenleri şöyle açıklanabilir;

·         Krizin askeri bir içeriği olmaması dolayısıyla liderlerin krizi ciddiyet algısı  diplomatik aşamada krizin çözümlenebileceği yolundadır. Bu sebeple de şiddeti bir seçenek olarak göz önünde bulundurmak uygulanan kriz yönetim stratejisi için doğru  olmayacaktır.

·         Saldırgan tarafından üretilen provokasyonun şekli hedefe karşı koyma şeklini de etkilemiştir. Yunanistan da Türkiye’yi olayların kışkırtılması, azınlığın ayaklanmasına teşvik edici davranışlarda bulunası yönünde suçlamalarda bulunaktadır. Yani Yunanistan karar alıcıları da Türkiye’ye karşı şiddet uygulanmasını gerekli görmemektedir. Azınlığa yönelik toplum içinde yaratılan şiddet ortamı ikili ilişkilere şiddete başvurma şeklinde kendisini göstermemektedir.

Bu nedenlerle algılanan tehdidin ciddiyetinin düşük olması dolayısıyla ile siyasi stratejilere başvurulması karar alıcılar tarafından tercih edilmiştir. Yunanistan’a karşı azınlığın haklarının korunması konusunda kontrollü baskı stratejisi, askeri olmayan baskı yoluyla yani Yunanistan’ın ugulamalarına karşı direnç göstereceği algısını yaratma çabası içerisinde siyasi-hukuki seçeneklerin önceliğinde uluslararası kuruluşlara çağrıda bulunarak izlenmiştir. Böylece Yunanistan’ın azınlığa yönelik saldırgan eylemleri durdurulabilecek, ikili ilişkiler müzakere edilebilir bir seviyeye dönebilecektir.

Konsolosların istenmeyen kişi ilan edilmesi ile yaşanan diplomatik kriz azınlığın haklarına saygı duyulmasını gerekli kılan manevi, kültürel ve algısal bir krizdir. Azınlığın hukuksal metinlerden doğan hakları sağlanamamakta tam tersine kasıtlı olarak ihlal edilmektedir. Nitekim söz konusu ihlaller toplumları birbirine düşüren bir niteliğe bürünürken sorun bir kriz olarak belirmiştir.

Kriz sürecinde tarafların istedikleri eylemleri gerçekleştirememelerinin ve birbirleri üzerinde etkili olamamalarının içsel nedenleri olmuştur. Türkiye’nin kendi gündeminde de içindeki azınlıklara yöelik demokratikleşme, sivilleşme talepleri ile karşı karşıya kalması, Avrupa Birliği tarafından insan hakları ihlallerine yönelik gelişim gösterilmemesi yönünde eleştirilmesi, istikrarlı hükümetlerin kurulamayışı söz konusu nedenler arasındadır. Türkiye içinde zaten çevresinde ayrılıkçı terör hareketleri ile mücadele etmek durumunda kalması aynı zamanda Bulgaristan’da yaşanan bir durum ile tekrar karşılaşır mıyım endişesi gibi gerekçeler ile sorunun gündemde tutulmak istenmemesi krizin sonlanmasında belirleyici faktörlerdir. Kriz Yunanistan’ın seçim sürecine girmesi ve Yunan hükümetinin izlmiş olduğu saldırgan eylemlerin Yunan basını ve kamuoyunu üzerinde de tepki oluşturması sonucu söz konusu tutumun değişikliği yönünde karar alıcıları uyarıcı etkisi olmuştur.  Böylece basın ve kamuoyu krizin sonlanmasında önemli bir rol üstlenmiştir.

Nitekim Yunanistan’da 8 Nisan 1990’da yapılan seçimlerde Türkiye’ye karşı sert politikalar üretmek istemeyen Miçotakis başbakanlığa atanmıştır. Böylece lider etkisi, sistemsel değişimler ile kriz Yunanistan tarafında ‘oldu bitti ’ye getirilerek zamanla kapanmıştır. Yunanistan, oldu bitti/fait accompli stratejisiyle ulusal bütünlüğe tehdit olarak azınlığın göç ettirilmesi çabası içinde olunmuş gelişen zaman içindeki uygulamalar ile Türkiye’yi saldırgan bir siyasa izlemekten sakınacağı düşüncesi içinde olmuştur. Böylece sorun oldu bittiye getirilerek Yunanistan’ın lehine çözümlenebilecektir.

Taraflar arasındaki uyuşmazlık yine de krizle birlikte sonlanmamış tekrarlayan çatışmalar mevcut olmuştur. Müftülük konusundaki anlaşmazlık bu durumun önemli göstergelerinden biri olmaktadır.

23 Ağustos 1991’de Yunanistan hükümeti Batı Trakya Türkleri tarafından seçilmiş olan İskeçe Müftüsü Mehmet Emin Ağa’nın yerine Mehmet Emin Sinikoğlu’nun getirilmesi üzerine Mehmet Emin Ağa protesto amacıyla açlık grevine başlamış ve bu durum Türk Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Murat Sungar’ın yaptığı yazılı açıklama ile kınanmıştır. 25 Ağustos 1991’de; İskeçe Müftülüğünde Yunan hükümetince yapılan değişikliği onaylamayarak oturma eylemi yapan Türkler bir grup Yunanlının saldırısına uğramış olaylar üzerine Dışişleri Bakanlığı Yunanistan’ın Türklerin can ve mal güvenliği konusunda teminat verdiğini açıklamıştır. Ancak durum giderek gerginleşmiş söz konusu olaylar üzerine kamuoyu tepkisi belirmiştir. Bu durum da ikili ilişkilere yansımıştır.

Batı Trakya Türkleri Derneği Yunanlıların saldırılarını protesto amacıyla Fener Rum Patrikhanesi önünde oturma eylemi başlatmıştır. Bu durum karşısında Yunanistan Dışişleri Bakanı Andonis Samaras uluslararası kuruluşlara mektup göndererek söz konusu eylemin sonlandırılması isteminde bulunmuştur. Nitekim 29 Ağustos 1991’de oturma eylemi Türk-Yunan Dostluk Derneği Başkanı Andreas Politakis ile Batı Trakya Türkleri Derneği Genel Başkanı bir araya gelmesi ile sonlanmıştır. Türkiye olayları tırmandırmaktan kaçınmıştır. Batı Trakya Türkleri Derneği Genel başkanı yapmış olduğu açıklama ile: “Türkiye’nin menfaatleri Batı Trakya’daki 150 bin soydaşımızın geleceği ve gerçekleşebilecek aşırı bir olay nedeniyle Yunanistan’ın eline koz vermemek amacıyla eylemimize son veriyoruz” demiştir.

Kriz anlaşılacağı üzere Türk liderler tarafından tırmandırılmak istenilmemekte kamuoyunda yaşanan gelişmeler neticesinde Türkiye krizin parçası olmak durumunda kalmaktadır.

Karar alma yapısı açısından krizi değerlendirecek olursak; Yunanistan’da 1981 yılında iktidara gelen PASOK lideri Andreas Papandreu’nun Türkiye karşıtı ürettiği söylemler Türkiye’nin de Yunanistan ile iletişim kurmasını zorlaştırmıştır. 1988’de “Davos Görüşmeleri”nde kısmen gerçekleştirilen diyalog daha çok Türk azınlığın göz ardı edildiğini göstermiştir. Azınlığın Yunanistan’ın uygulamalarına karşı örgütlü mücadelesi sonucu Türk karar alıcıları Yunanistan’ın tutumuna karşıt eylemlerde bulunmak durumunda kalmasıyla krizin tarafı olmuştur. Kasım 1989’da Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın meclis başkanı olan Yıldırım Akbulut’u atamış ve  kriz sırasında görevini yürütmüştür. Ancak Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle dönemsel olarak istikrarlı hükümetlerin kurulamadığı ve ANAP iktidarının gücünü kaybettiği dönemlere girilmiştir. Dolayısıyla kriz sırasında Yunanistan üzerinde tutarlı söylemler üretebilecek kararlılığını net bir şekilde ifade edebilecek kurumsal bir bütünlüğün olmadığını görmekteyiz. Güçlü liderlik özellikleri kriz yönetiminin başarısını etkilemiş ve istemi dile getirmede motivasyon düşüklüğüne yol açmıştır. Kriz evresinde tarafların söylemleri Dışişleri Bakanları düzeyinde, Mesut Yılmaz ve Antonis Samaras, karşılıklı suçlamalar ile yankı buluştur.

 Diğer taraftan Yunanistan’da da geçici hükümet söz konusudur. Ancak Yunan milliyetçilerinin azınlığa saldırılması karşısında önleyici tedbirlere başvurulmamıştır. Ayrıca Gümülcine Kilisesi’nin eylemleri bölgede milliyetçiliği kışkırtıcı, azınlık üzerinde saldırgan siyasanın izlenmesi yönünde tetikleyicidir. Nitekim krizin sonlanmasında lider değişikliği önemli bir faktördür. Miçotakis Hükümeti’nce ilan edilen “yasa önünde eşitlik” ve “eşit yurttaşlık hakları” politikası çerçevesinde gerçekleşen iyileşmeler azınlığın taleplerini karşılamaya yönelik olumlu gelişmeler arasında olmuştur.

Kriz sonrası evrede Yunanistan’ın Avrupa Birliği üyesi olması dolayısıyla insan haklarına saygı temelli politika üretmek durumunda olması ayrımcı politikalar üretmemesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. Böylece azınlığın sorunlarına ilişkin sorunlar ikili ilişkilere daha az yansımaktadır. Yine de yaşanan kriz sonrası evrede azınlığığın haklarının tam olarak sağlanmasına yönelik bir oluşum gözlenmemiş ve kriz sonrası oluşan statü zamanla unutulma şeklinde sonlanan krizde belirsiz olarak kalmıştır.


[1]Fuat Aksu, "Uyuşmazlık-Kriz Sarmalından Algı Değişimine Türkiye-Yunanistan İlişkileri", Mustafa Kaymakçı ve Cihan Özgün (Ed.), Rodos ve İstanköy Türklüğü, İzmir: RİOTKDD Yay., 2014, s. 55.

[2]İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasi Antlaşamaları, Ankara: TTK Yayınları, 1983, s. 177.

[3]Baskın Oran, Türk Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1991, s. 109.

[4]Batı Trakya Türklerinin çoğunluğu çiftçilik ile uğraşmakta olup traktör ehliyetine sahip olmak oldukça önemlidir. Halit Eren, Batı Trakya Türkleri, İstanbul: Rebel Basım, 1997, s. 93.

[5]“19. Maddeyi kullanan Yunan yetkilileri Yunanistan’ı kaçak olarak terkeden Türkleri derhal, normal bir pasaportla terkedip uzun bir süre Türkiye’de yaşayanları ise sık sık Yunan vatandaşlığından çıkarmışlardır. Batı Trakya Türkleri Türkiye’nin yanı sıra Avrupa’ya özellikle Batı Almanya’ya çalışmak için gitmeye başladıktan sonra bu göçmen işçiler için de işletilmeye başlanmıştır.”, Eren.age. ss. 95-96.

[6]“Yunanistan Türk Azınlık Mallarına El Koyarsa Türkiye’deki Rumlara da Aynı Uygulama Yapılacak” , Milliyet, 28 Mart 1982, s.9.

[7]Baskın Oran, Yunanistan’ın Lozan İhlalleri, Ankara: SAEMK,1999, s. 50

[8] "Ethnic Identity: Destroying Ethnic Identity: Destroying Ethnic Identity: The Turks of Greece",  Human Rights Watch Report, August 1990.

 

Okunma 1894 kez Son Düzenlenme Cumartesi, 06 Şubat 2016 11:21
Yorum yapmak için oturum açın

TDP KRİZ ANA SAYFALARI

1924-1926 Musul Krizi

1927 Bozkurt-Lotus Krizi

1930 Küçük Ağrı Krizi

1935 Bulgaristan Krizi

FA -Hatay Krizi Sayfası

FA -1942 Struma Krizi

1945 Sovyet Talepleri Krizi

1955 6-7 Eylül Krizi

1957 Suriye Krizi

1958 Irak Krizi

1964 Johnson Mektubu Krizi

1964 Kıbrıs Krizi

1967 Kıbrıs Krizi

1968-1974 Haşhaş Krizi

1974 Kıbrıs Krizi

1974-1976 Ege Denizi Krizi

1974-1980 NOTAM-FIR Krizi

FA -1981 Limni Krizi

1987 Ege Denizi Krizi

1989 Bulgaristan Göç Krizi

1989-1990 Batı Trakya Krizi

1988-1991 Iraklı Sığınmacılar Krizi

1992 Nahçivan Krizi

1992 TCG Muavenet Krizi

1994 Ege Denizi Casus Belli Krizi

1996 Kardak Kayalıkları Krizi

1997 S-300 Füzeleri Krizi

1998 Suriye (Öcalan) Krizi

2003 Süleymaniye (Çuval) Krizi

2003 Doğu Akdeniz MEB Krizi

2010 Mavi Marmara Krizi

2011 Suriye Krizi

2014 İŞİD Rehine Krizi

2015 Süleyman Şah Türbesi Krizi

Site İletişim

S5 Box

Üye Giriş

Sitemize Hoş Geldiniz

Yine Bekleriz, Dileriz Yararlı Olmuştur...